Google+ Resmi Paylaş Butonu

Ziyaretçilerinizin, yazılarınızı Google+ hesaplarında paylaşmalarını sağlayacak olan resmi paylaş butonu kullanıma açıldı.Hemen blogunuza nasıl ekleyeceğinizi anlatayım.

Google+ Paylaş Butonu

1.Adım: Öncelikle Script kodlarını ekleyin.Şablonunuzda </head> kodunu bulun ve bunun hemen üzerine aşağıda ki kodları ekleyin.

<script type="text/javascript">
  window.___gcfg = {lang: 'tr', parsetags: 'onload'};
  (function() {
    var po = document.createElement('script'); po.type = 'text/javascript'; po.async = true;
    po.src = 'https://apis.google.com/js/plusone.js';
    var s = document.getElementsByTagName('script')[0]; s.parentNode.insertBefore(po, s);
  })();
</script>

2.Adım: Şimdi butonu görüntüleyecek kodu ekleyin.Nerede görüntülenmesini istiyorsanız oraya ekleyeceksiniz.Örneğin yazının altında gözükmesini istiyorsanız <div class='post-footer'> kodunu bulun ve buınun hemen altına aşağıdaki kodu ekleyin.


<div class="g-plus" data-action="share" data-annotation="bubble"></div>

Paylaş butonunu farklı tarz ve boyutlarda da kullanabilirsiniz.Bunun için Google+ paylaş butonunun resmi sayfasına gidip istediğiniz tarzda ki butonu oluşturabilirsiniz.

TURNA KUŞU



Japonya'ya atom bombası atıldığında 2 yaşında olan bir kız, 12 yaşına geldiğinde maruz kaldığı radyasyon nedeniyle kansere yakalanmış. Savaşta öksüz ve yetim kalan zavallıcık hastaneye yatırılmış. Ama durumu ümitsizmiş.

Hastanedeki tüm doktorlar, küçük kızın ölümü için gün sayarken, küçük Japon kızı hayat doluymuş. Koridorlarda koşuyor, oynuyor ve diğer hastalara yardım ediyormuş. Hastaların arasında en sevdiği kişi ise 80 yaşlarında, kendisi gibi kanser olan yaşlı bir kadınmış. Küçük Japon kızı, ölüm döşeğindeki bu yaşlı kadını hiç yalnız bırakmamış. Kadın ölmeden hemen önce "Benim için çok geç ama, bizim inanışımıza göre; eğer bir kişi kağıttan 1000 tane turna kuşu yaparsa, her istediği kabul oluyor. Ben yapamadım, sen yap ve kurtul" demiş ve son nefesini vermiş.

Küçük Japon kızı çok üzülmüş ama hayatta kalma arzusuyla geleneksel Japon sanatı olan origamiyle kağıtan turna kuşları yapmaya başlamış. Neşe içinde çalıştığından ilk başlarda çok hızlı yapıyormuş. 1000 tane turna kuşu yapması işten bile değilmiş. Ama sağlığı da hızla bozuluyormuş. Bu hazin öykü önce yerel, sonra da uluslararası basında yer almış. Dünyanın dört bir yanından insanlar kıza, binlerce turna kuşu göndermeye başlamış.

Ama küçük Japon kızı, haberler basında çıktığında elini kıpırdatamaz hale gelmiş. Hayatta son saatlerini 637. kuşu yaparak geçirmiş. Kuşu bitirmiş, gözleri kapanırken hemşireler ve hastabakıcılar, postadan çıkan yüzlerce origami kuşuyla odasına girmişler. Ama küçük Japon kızı yüzünde bir tebessüm yatağında cansız yatıyormuş. Postacılar aylarca kağıttan turna kuşu taşımışlar hastaneye. Sayısı milyonlara ulaşan turna kuşları Japonya'da bir müzede sergileniyor...

PADİŞAHIN İŞİ NE ?


Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.

Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.

Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.

Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

-- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah?..

-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?

-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;

-- Kimdir bu?

Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.

Ayyaşın meyhusun biri işte!..

-- Nerden biliyorsunuz?

- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.

Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...

Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.

- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..

Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :

-- Nereye?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...

Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.

Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

-- Basbayağı kaldırırız işte.

- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,paklanması var. Tekfini, telkini...

-- Merak etme ben beceririm.

Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.

Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.

Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

-- Nasıl yani?..

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.

Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...

Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.

Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...

Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..

-- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye...

-- Hayret...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.

Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.

Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.

Hucceti islam okurdum...

-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...

-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...

Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.inan cenazen kalacak ortada...

-- Doğru, öyle ya?..

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

-- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra;

- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

Dost Dediğin...


Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz , atılgan
ve hareketli, diğeri ise çok saf , dürüst ve sessizdi.Bir gün kurnaz olan arkadaş , diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin
bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz
ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir
Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir. Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve onun evlenmek üzere olan nişanlısını çok beğendiğini ve kendisine vermesini ister.Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez. Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardir ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısını arkadaşına verir.Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir...
(ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım diyerek) arkadasının iş yerine gider ve çalışmak için iş ister.Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlik ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadaşına kızamaz.
Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilâç alamadağını söyler.Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istedigi ilâçlarî alır ve adamcağıza verir.Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını ona bırakmıştır. Saf adam artık zengindir. Biraz da sevdiği dostuna kırgınlığından dolayı dostunun işyerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir. Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar. Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister.Bizim saf hiç düşünmeden kadını içeri alır karnını doyurur,Kimsesi olmadığını öğrendiği kadına ; Kendisinin de yanlız olduğunu söyler ve bu evde birlikte yaşayalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın der, yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder. Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine uygun bir kız bulup evlenmesini söyler, Bizimki böyle bir kıza nasıl ulaşacağını, kendisinin tanidığı olmadığını söyler. Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler. Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır. Bizimkisi kırgın olduğu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır ... Biraz da geldiği konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir
Düğün günü gelir çatar . Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya ;
Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı . Bir gün işleri bozulunca benden
borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendigini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim . Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim.
İşlerim bozuldugunda onun fabrikasina gittim ve çalişmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi. Çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum Çünkü biz gerçek dosttuk.Bu konusma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha fazla dayanamaz mikrofonu eline alır ve baslar konuşmaya;
Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek
nişanlısını da verdi .
Nişanlısını istememin nedeni ise o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı .
Çünkü O kadın (Hayat kadınıydı ) Kendisi çok saf olduğu için arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım.
İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi,
Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim
Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı.
Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi
Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim.
Şu anda evlenmekte olduğu kişi de benim kız kardeşim.
Onu arkadaşımla evlenmesine ben iknâ ettim
Herşey senin içindi...

Çiçeğin Suya Aşkı


Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.  İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir.

Tuzlu Kahve


Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar
delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.
Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı
kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.

Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken
deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.
Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.
Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı
dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.
Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya
başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi...

O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii...
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses,
prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses
ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...
Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...
40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye
bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında: “Sevgilim,
bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum
için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.

İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki,
şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken,
değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim
ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı
defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...
İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem! O garip ve rezil bir tat.
Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.
Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın
en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden
tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da...”
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
birgün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu..

Gözleri nemlendi kadının...
Çok tatlı!.. dedi...

3 DOĞRU SEÇİM



İleride bir gün arkanı dönüp keşke demek istemiyorsan
1-EŞİNİ DOĞRU SEÇ
Doğru Eş;
Uzun zaman flört ettiğin kişi değildir.
Önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerinin uyuştuğu
Yaşam tarzlarının benzediği espri anlayışının yakın olduğu
Zor zamanlarında da hep yanında olacağını bildiğin
Dertlerini sevinçlerini paylaşabileceğin
Fikirlerine olaylara bakış açısına güvendiğin
Senin fikirlerine saygı duyan konuşmaktan sıkılmayacağın
Hayata küstüğün zaman seni kabuğundan çıkartıp eğlendirebilen
Gözlerine baktığında ne söylemek istediğini anladığın
Aynı zamanda iyi bir arkadaş olan
Fiziksel görünüşün dışında seni sen olduğun için sevebilecek birini eş olarak seçmelisin
Dünyada böyle biri var mı diye sorabilirsiniz şimdi. Emin olun var tabiî ki sayıları fazla değil
Hatta hayatta insanın karşısına ya 1 ya da 2 defa çıkar belki hiç çıkmaz…
ÖNEMLİ OLAN ONU FARKEDEBİLMEK.
Eğer bu satırları okuduğunda bu özellikleri barındıran bir isim geçirmişsen çok şanslısın
Ne olursa olsun onun ile birlikte olmak için elinden geleni yap
Çünkü bir daha onun gibi birisini bulma şansın çok az emin ol
Bütün aptal âşıklar gibi ilk hareketi ondan beklersen çok geç kalırsın
Bu satırlar sana birini çağrıştırdıysa ne mutlu sana
2-İŞİNİ DOĞRU SEÇ
Doğru iş rahat iş değildir çok kazandıran iş de değildir.
Kariyer de değildir klimalı büro ortamı da değildir.
Doğru iş olmaktan zevk aldığın yerdir.
Sabah kalktığında gitmekten üşenmediğin bıkmadığın yerdir.
Tabi yanında rahatlık kariyer para varsa ne ala
3-ARKADAŞLARINI DOĞRU SEÇ
Çok sayıda arkadaşın olması “iyi arkadaşın” olduğunun ispatı değildir.
Güzel günlerdeki arkadaşlıklar geçicidir.
Mutluluklarının yanında acılarını da paylaşabileceğin fikirlerine ihtiyaç duyabileceğin
Her zaman yanında olmasını isteyeceğin seni madden değil manen zengin eden
Tek bir arkadaş sana çok şeyler katacaktır.

O KAFA


O KAFA
ABDÜLHAMİT'İ TAHTTAN İNDİRDİ OSMANLI�YI YIKTI
Osmanlı İmparatorluğu�nun gücünü kaybetmeye başladığı yıllarda, o kafa sıkça karşımıza çıkmaktadır. Osmanlının yıkılış süresinde o kafa gündemden hiç eksik olmadı. Bu dönemde o kafanın yaptıklarını yazmak, ciltler dolusu kitaplara sığmaz. 17. 18. ve 19. yüzyıllar O KAFA'NIN sürekli iş başında olduğu yıllardır.
Osmanlının son dönemlerinde O KAFA'NIN, Sultan Abdülhamit'e yaptıklarını anlatarak devam edelim.
Sultan Abdülhamit'te O KAFA'DAN çok çekti. Herkes ona düşman olur, özelliklede O KAFA� Ona atılmadık iftira kalmadı. Onu dinsiz mi yapmadılar. Onu zalim mi yapmadılar. Onu baykuş mu yapmadılar. Onu hain mi yapmadılar. O KAFA Abdulhamıt'i şöyle anlatıyordu:
"O öyle bir hükümdardır ki, hareket�ı şahanesinden yalnız bir tanesi meşrudur. O da Cuma namazıdır. Diğer bütün hareketleri gayri meşrudur. Osmanlı imparatorluğu'na gelince zulme hastalığına tutulmuş bir kitledir. Böyle bir zalim hükümdara karşı kıyam etmek, ihtilal dini bir görevdir."(21)
Sonunda O KAFA düğmeye bastı ve tahttan indirildi. Sultan Abdülhamit'i tahttan indiren "Jön Türkler"in büyük çoğunluğunu Yahudi masonlar teşkil ediyordu.(22) Tahtan indirilmesine herkes alkış tuttu. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, Yahudi'si, Ermesini, Rum'u, Batı'lısı, herkesim Abdülhamit'in tahtan indirilmesini canı gönülden destekliyordu. O KAFA sonunda emellerine ulaştılar.
Diş mihraklar, Abdülhamit'in tahttan indirilmesi için, içimizdeki O KAFA'YI çok iyi kullandılar.
Sonradan pişman olanlar çok oldu. Hatta Abdülhamit'ten özür dileyenler, af isteyenler oldu. Bunların birçoğun önemli şahsiyetlerdir. Bugün bile insanlar tarafından sevilen tasvip edilen merhumlardır. İnsanların gönülleri de ki güzel duyguları zaafa uğratmamak için isimlerini zikretmiyoruz. Enver Paşa'nın pişmanlığını ile sonlandıralım:
"Bütün yaptıklarımın hesabını vermeye hazırım. Bizim asıl mesuliyetimiz, Sultan Abdülhamit'i anlamamak ve Siyonizm'e alet olmaklığımızdır. Acıdır, fakat hakikat bu!"(23)
Sonuç olarak O KAFA'YA uymuşlar ve O KAFA Sultan Abdülhamit'i tahttan indirmekle kalmamış, 600 yüz yıllık imparatorluğu tarihe gömmüştür.
O KAFA, Osmanlının son yıllarında, Osmanlı coğrafyasının, her karışında boy gösterir. Ayaklanmaların en önemlileri Arapların yaşadığı bölgelerde meydana gelmektedir. Araplar, Osmanlıyı Ortadoğu'dan çıkarmak için başta İngiltere olmak üzere batılılarla işbirliği yaparlar.
O KAFA devreye girer ve birçok Arap lider halkını Osmanlıya karşı isyana teşvik eder. Bunlardan biride Şerif Hüseyin'dir. Şerif Hüseyin birinci dünya savaşının en şiddetli günlerinde Osmanlıya karşı isyan bayrağını açar. Şerif Hüseyin'in amacı büyük Arap imparatorluğunu kurmaktır. İngilizler Şerif Hüseyin'i kullanır, ona idealını gerçekleştireceğine dair söz verirler. Birinci dünya savaşı sonrasında, İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu'yu paylaşır. Şerif Hüseyin uyanmaya başlamıştır fakat iş işten geçmiştir. Arap imparatorluğundan vaz geçen Şerif Hüseyin, hiç olmazsa Hicaz bölgesini kurtarmak ister, İngilizler bu istediğini de karşı çıkarlar. İngilizler Hicaz bölgesini İbn�i Suud'a verdi. İngilizler onu Kıbrıs'a sürgüne gönderdi. Ömrünün son günlerini geçirdiği Ürdün'de, Osmanlıya karşı ayaklanmakla ne kadar büyük bir hata ettiğini gözyaşları içinde ifade eder. Ne var ki son pişmanlık fayda etmez.(24)
O KAFA kullananlardan biride casus Lawrance'dır. İngiliz casus Lawrance'nın Araplar üzerine yaptığı faaliyetler onlarca yıl surdu. Lawrance, Arapları Osmanlıya düşman etmek için her yolu denedi ve bunda da başarılı oldu. Lawrance Araplar arasına şöyle bir söz yaydı:
"Osmanlı zabıtlarının üniforma düğmeleri altın kaplama olup her kim zabit düğmelerinden beş adet getirirse iki İngiliz lirasına satın alınacaktır."(25)
Bu yayın; Osmanlı askerini zor durumlara düşürür. Öyle bir hal alır ki; Osmanlı subayları, askeri elbiseleri ile halk arasında dolaşamazlar. O KAFA İSLÂMİ TERÖRÜ ORTAYA ÇIKARDI 20. yüzyılın ortalarında O KAFA yeni bir kavramla ortaya çıktı. 'İslamî Terör.' O kadar ileri götürülür ki; adeta terör ve anarşi İslam ile anılır oldu. Bu yeni durum aydınlığa karşı olanların ortaya attıkları büyük bir iftiradan başka bir şey değildir. İslam'ı terör'ün niçin ve nasıl geliştiğine kısaca bir göz atalım.
Aydınlığa karşı olanların tamamı, özelliklede batı, yüzlerce yıldır, insanları yalan, haber ve iftiralarla kandırarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Başını papalığın çektiği, organize hareketler, İslam dini ve onu aziz peygamberi için akla hayale gelmeyecek yalanları insanlara anlatıp durdular. Bunlardan bir kaçını üzülerek, ibret olması açısından sizlerle paylaşıyoruz.
"Muhammed sara hastası bir yalancıdır."
"İslam dini kan ve zulüm dinidir."
"İslam dini insanlığa savaştan başka bir şey getirmemiştir."
Ve benzeri iftiralar, yalanlar saymakla bitmez. O KAFA aydınlık gördüğü her şeye iftira atar. Fatih Sultan Mehmet Bizans'ı fethettiğinde, onun içinde akla hayale sığmayacak yalanları insanlara anlattılar.
"Sultan Mehmet İstanbul'u kan ve ateşe boğan bir barbardır."
"Sultan Mehmet bir kavunu kimin yediğini anlamak için 14 hizmetçisinin karnını kesmiştir."
"Yeniçerilere hoş görünmek için sevgilisi İrena'nın başını kesmiştir."
Daha bir suru yalanlar, iftiralar� Bu yalan ve iftiralar o kadar ileri boyutlara ulaştı ki; batılı aydınlardan "yalanında bir sınırı var" tepkisi geldi. 18. yüzyıl başlarında Müslüman Türk düşmanı Fransız aydın Voltaire, bu yalanlara isyan eder, ancak bir sonuç alınmaz.
Zaman geçer, şartlar değişir, öyle bir ortama gelinir ki, artık mızrak çuvala sığmaz. Bin yılı aşkın zamandır, gücü eline bulunduranlar ne söylemişse, insanlarda o kadarını bilebiliyorlardı. Papalar, papazlar, keşişler, sözde aydınlar ne anlatıyorsa, insanlar onların anlattığını doğru kabul ediyor, çünkü bilgiye başka ulaşma şansları yoktu.
Ne zaman ki; iletişim gelişti, dünya iletişim sayesinde küçüldü, O KAFA'YI bir korku aldı. Çünkü iletişim ve bilgi sayesinde karanlıklar aydınlanacaktır. Yüzlerce yıldır söyledikleri yalanlar bir bir ortaya çıkacak. İnsanlar artık bilgiye, habere, aracısız ulaşma şansını elde ettiler. İnsanlar artık, rahiplerin, sözde aydınların, yalanları ile dünyaya bakmıyor, elinin altında ki imkânlarla her bilgiye, habere ulaşabiliyor.
O KAFA bu tehlike karşısında hemen hareket geçti. Öyle bir iş yapalım ki, gerçekleri insanların gözünden düşürelim, insanlık karanlıkta kalmaya devam etsin.
İşte bunun için; İslam'ı terör kavramını ortaya attılar. İslam'ı terör O KAFA için bulunmaz bir nimet oldu. Bir tarafta İslam dinini kötülüyor, 'onlar adam öldürmekten başka bir şey bilmez' mesajını veriyor. Diğer taraftan da kendine, 'durumdan vazife çıkartarak' dünyayı işgal etmeye başlar.
İslam'ı Terör örgütü diye ortaya çıkan oluşumlara dikkat edin muhakkak bir noktasında O KAFA'NIN adamını göreceksiniz. Ya lideridir, ya yönetimindedir, yâda uzaktan kumanda sisteminin içindedir. İslam'ı terör diye bilinen bir örgütün lideri, yirmi yıl O KAFA ile birlikte çalıştı. Şimdi de O KAFA'YA savaş ilan etti. Sormak lazım yirmi yıl beraber olduğun O KAFA güzel işler yaptı da, şimdi bozuldu? Yâda yirmi yıl sonra mı O KAFA'NIN yanlışını anladın?
Aydınlığa karşı olan O KAFA'LAR, içeride ki işbirlikçi O KAFA'LARLA dünyayı teröre boğdular. Sonra da bunun adına İslam'ı terör diyerek, suçu İslam ve Müslümanların üzerine yıktılar.


21. Tarık Ziya Tunaya, Türkiye'nin Siyası Hayatında Batılılaşma Hareketleri, Yedigün Matbaası, İstanbul, 1960 s. 69, Süleyman Kocabaş, Jön Türkler Nerede Yanıldı? Vatan Yayınları, 1991 İstanbul, s.25
22. Tarih Boyunca Yahudi Meselesi �Theodor Fristch, Cemal Anadol, İsrail ve Siyonizm Kıskacında Türkiye, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s.80
23. Cemal Anadol, İsrail ve Siyonizm Kıskacında Türkiye, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s.115
24. Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı nokta Ortadoğu, Yeni Şafak Gazetesi yayınları, s.109
25. Remzi Çavuş, Tarihte İlginç Gerçekler, Yitik Hazine Yayınları, İzmir 2006, S.803


Beyan / Şubat 2007


simSiyah

Ultrasonic Mesafe Ölçer

Bedava Lig Tv İzleme Programı - LigTvDevu Web TV 6.0

Bedava Lig Tv İzleme Programı - LigTvDevu Web TV 6.0

0
376
LigTvDevu Web TV 6.0


Web Tv 6.0 sayesinde Spor Toto Süper Lig maçlarını canlı olarak izleyebilir, maçların özetlerini izleyebilir, spor kanallarını, ulusal kanalları ve bazı müzik kanallarını izleyebilirsiniz.
PROGRAMIN ÇALISTIGI ISLETIM SISTEMLERI (WINDOWS XP 32bit/64bit - VISTA 32bit/64bit - WINDOWS 7 32bit/64bit).



KURULUM:


LIGTVDEVU WEB TV V6.0 BILGISAYARINIZDA CALISMASI ICIN ADOBE FLASH PLAYER 10, NET FRAMEWORK VE GÜNCEL INTERNET EXPLORERIN YÜKLÜ OLMASI GEREKLIDIR


LigtvdevuWebTvV6.0.exe ve LigtvdevuWebTvV6.0.bin DOSYASINI MASAÜSTÜNE CIKARIN VE LigtvdevuWebTvV6.0.exe CALISTIRIN

AKSI TAKDIRDE PROGRAM CALISMICAKTIR


IYI SEYIRLER DILERIZ


Download
http://uploaded.to/file/7dcjpjva

emre aydın soğuk odalar 2012

Otomobil Hayat Hikayeleri - MERCEDEs



1876 yılında Nikalaus August Otto, uzun yıllardan beri sürdürülen "Güç Kaynağı" arayışına son vererek ilk dört zamanlı gaz motorunu üretti.Otto’nun yaptığı 4 zamanlı motorda ateşleme alevle yapıldığı için motor devri ancak dakikada 150-200 devire çıkabiliyordu. Kontrollü bir ateşlemesi olmayan bu motor geniş bir uygulama alanı bulamadı.
Otto’nun çalışma arkadaşlarından Daimler , Ottodan ayrılarak kurduğu atölyede sıcak boru ateşlemesi denilen bir sistemi geliştirdi. Boru sıcaklığı ayar edilerek , motor devrini ve çalışmasını kısmen kontrol altına aldı. Böylece motor devrini 800-1000 d/d’ya çıkarmayı başardı. Bu içten yanmalı motorların otomobillerde kullanılabileceğini ortaya koydu. Fakat motorlarda hâlâ yakıt olarak hava gazı kullanılıyordu.
Bundan sonraki çalışmalar havagazının yerine benzinin kullanılmasını sağlamak için ; benzini pülverize ederek hava ile karıştırılması üzerinde yoğunlaştırıldı. Bu amaçla Daimler Almanya
’da , Forest Fransa’da çalışmalar yaptılar. Forest , filit tulumbası esasına göre çalışan ilk karbüratörü yaptıysa da başarılı olamadı.
Daimler ise , havayı sıvı yakıt içerisine iterek yakıtı zerrelerine ayırıp bu zerreleri de ateşlemeden önce sıcak boru temas ettirerek buhar haline getirmeye çalıştı . Sonunda Daimler bu iki prensibi birleştirerek arkadaşı Wilhelm Maybach
 ile birlikte bugünkü modern karbüratörlerin esasını teşkil eden ilk şamandıralı karbüratörü yaptı. 1885  yılında Reitwagen adında bir motorlu bisiklet de üretti.


1885 Daimler Reitwagen

Bu çalışmalar devam ederken Alman mühendisi Karl Benz Daimler'in motoruna kendi bulduğu ilk elektrikli ateşleme sistemini de ekleyerek ticari yönden daha elverişli içten yanmalı motoru üretti. Gottlieb Daimler şamandıralı karbüratör yaparak içten yanmalı motorların gelişmesine katkıda bulunsada yaptığı motoru bisiklet , kayık , at arabası gibi taşıtlara monte etmeye çalışarak Karl Benz’in gerisinde kaldı.
At kullanılmadan kendiliğinden hareket edebilen anlamındaki auto+mobile kavramının ortaya atılmasından sonra ilk otomobilin doğumu, bugün Otto motoru olarak bilinen bu motorun geliştirilmesinden tam 10 yıl sonra gerçekleştirildi. Karl Benz 3 tekerlekli otomobili yaparak fabrika etrafında deneme turları atmıştır. Bu esnada karısı ve işçileri heyacan içinde bağıra çağıra peşinden koştukları bilinir. Ancak araç dört turdan sonra bozulmuştur. 9 ocak
 1886 tarihinde Manheim'li fabrikatör Karl Benz, Berlin'deki imparatorluk Patent Bürosu'na baş vurarak "Gaz motoruyla hareket eden araç" için patent hakkını aldı.
Aynı yıl "Kendi kendine hareket eden otomobil" rüyasıyla uğraşan bir başka kişi, Gottlieb Daimler
, Stuttgart yakınlarındaki Cannstat kasabasında önemli bir başanya imzasını attı: Gottlieb Daimler ilk motorlu otomobilini denedi.
Birbirine çok yakın mekanlarda, ancak birbirlerinden habersiz olarak otomobillerini geliştiren Daimler ve Benz buluşlarıyla yeni bir çağın açılmasına, dünyanın tam anlamıyla harekete geçmesine neden oldular.
Daha sonraki yıllarda Karl Benz'in şirketi "Benz&Cie" ve Gottlieb Daimler'in şirketi "Daimler Motoren - Gesellschaft" birbirlerine rakip olarak otomobil ürettiler.
İlk otomobillerin çoğu , dişlileri olmadığı için yokuş çıkamıyor , önce durup sonra geriye doğru inmeye başlıyordu. 1893
’de yapılan Benz Victoria marka arabada bir deri kayışı küçük bir kasnağa bindiren bir kol kullanılmıştı . Bu düzenek tekerleklerin daha yavaş dönmesini ve yüksek manivela gücünün arabayı yokuş yukarı tırmandırmasını sağlıyordu.
Benz Fabrikası 1896
’ya kadar 130 araç üretti. 1894 yılında piyasaya sürülen Benz Velo önemli sayıda satılan ilk araç olmuştu.


 
Kullandığı logolar



Mercedes ve Benz firmalarının birleşmesini gösteren afiş


1897  yılında Fransa'nın Nice kentinde yaşayan Avusturya'lı tüccar ve Avusturya'nın Nice Başkonsolosu Emil Jelinek, Daimler fabrikasını ziyaret ederek bir otomobil satın aldı. Uluslararası finans dünyası ve aristokrasi ile iyi ilişkiler içinde olan Jellinek, Daimler otomobili ile Fransız Riviera'sında büyük ilgi topladı. Daha sonra Jelinek 1899'da 23 beygir gücünde motorla donatılmış bir Daimler yarış otomobiline büyük kızı Mercedes 'in adını vererek bu araçla Nice'de bir yarışa katıldı ve birinci oldu. Bu başandan sonra Jelinek, Daimler fabrikasına 36 otomobil sipariş verdi ve bu araçların "Mercedes" adını taşımalarını şart koştu.
Emil Jelinek'in elde ettiği satış başarısı üzerine
Daimler, 1901 yılından itibaren ürettiği araçları "Mercedes" olarak adlandırmaya karar verdi. Mercedes İspanyolca konuşulan ülkelerde çok kullanılan bir isimdir. Kelime olarak da Mars gezegeninin İspanyolca adıdır. Lütuf ve zerafet anlamına da gelmektedir. 23 haziran 1902 tarihinde Mercedes marka adı olarak tescil edildi. 26 eylül 1902 tarihinden itibarende kanunlarca koruma altına alındı.
BMW bugün dünyanın en yakışıklı arabası olarak ünlenmişken Mercedes te dünyanın en akıllı arabası olarak ünlenmiştir.

 



Almanya'da üretilen Mercedes 23 haziran 1902 tarihinde Mercedes, marka adı olarak tescil edilmiş ve 26 eylül 1902 tarihinde de kanunlarca koruma altına alınmıştır.
Mercedes ve Benz firmaları 1926 yılında birleştirilmesi Nereden Geliyor? Daimlerin ortağı olan Emil Jellinek'in kızı Mercedes ve Karl Benz'in soyisminden türeyen bir isimdir Mercedes Benz.
Kurucusu:Gottlieb Daimler -- Karl Benz
Amblemin anlamı : Şirketin kurucusu Gottlieb Daimler, Deutz'daki motor fabrikasındaki görevinin ilk yıllarında, Köln ve Deutz manzaralı evinin tepesine bir yıldız amblemi koymuş, eşine yazdığı mektuplarda bu yıldızın günün birinde başarıyı ve gücü temsil edeceğini ve fabrikasının üzerinde parlayacağını söylemişti. Yıldız Daimler'in, motorlu araçların "karada, suda, havada" evrenselliğini simgelemektedir.
              
              

             

MERCEDES-BENZ MÜZESİ

 
Stuttgart’taki Mercedes-Benz Müzesi, 160 araçlık koleksiyonu ve sayısız sergi örneğiyle başlangıcından bugüne otomotiv tarihini yakından tanıma fırsatını sunuyor.
Müzede, ilk dikkat çeken şey binanın kendisi. Öyle ki, müzede otomobil tarihi turları dışında mimari turlar da düzenleniyor. UNStudio’nun yaptığı tasarım bir çok ödülün de sahibi.
Yukarıdan aşağıya doğru gezilen müzede, kronolojik düzenlenmiş “Efsane” ve tematik “Koleksiyon” bölümleri bulunuyor. Koleksiyonlar oldukça geniş pencereli odalarda günışığında sergilenirken, Efsaneler ise korunaklı ve ışıklandırmalı odalara yerleştirilmiş. Müzeyi gezerken her iki bölüm arasında her an geçiş yapmak mümkün. Efsane ve Koleksiyon bölümleri en alt katta “Gümüş Oklar: Yarışlar ve Rekorlar” odasında birleşiyor. Fakat turumuz burada bitmiyor. Müzenin hemen yanındaki Mercedes-Benz fabrikasını da gezmek mümkün.
Müze tasarlanırken, tamamında engelliler de düşünülmüş. Engelli ziyaretçiler tek başlarına rahatça bütün müzeyi gezebilir.